15 Eylül 2020 Salı

~tut ki anlamadım.

. ..Öyle geçmişimden kazdığım kuyulardan herhangi bir rahatsızlığım olmadı zaman geçtikçe. Sanırım fazla geçmişte kalındı. Biliyorsun, benim bir sandığım vardı. O nerede mesela, artık onu bile bilmiyorum. Hele içindekiler? Anıların yerlerini ne alıyor zamanla? Kin mi, nefret mi, saygı mı, özlem mi? Peki hiçbirini hissetmiyorsak, ona ne demeli? Boşver, cevap vermeyelim. 

Ben burada büyüdüm resmen. Kendimle çeliştim, kendimle üzüldüm, kendimle kavga ettim. Büyümeme yardımcı olanlar olmuştur, reklama girmeden önce herkese buradan selamlarımla birlikte teşekkürlerimi iletiyorum. Ama sahiden buradan büyüdüm. Yeri geldi aylarca yazmadım, yeri geldi yıllarca yazmadım. Yine de çürümüyor bazı şeyler sanırım. İçten içe çatışmalarımı hallettim de geldim ben bu sene. Ama hep bir yenisi başlıyor, yalan mı? Kaç yaşında olursak olalım, çatışmalar, karmaşalar hiç bitmiyor. Sonuçta bize ezberletilen şeyleri yaşıyoruz, öyle düşünmeye zorlanıyoruz. Asla kendi düşüncelerimizi dile getiremiyoruz, korkuyoruz. Çünkü söylersek, karşımızdaki de bizim kadar robot olarak yetiştirildiği için tepkisi belli. Örnek mi vereyim? Hayır, buna da cevap vermeyelim. Yanlış anlaşılmaktan korkarım. Ah evet, bu bile örnek sayılır mesela.

Yıl olmuş bilmem kaç, hala zamanı durduracak bir alet icat edememiş olmamızın sorumlusu kim bilmiyorum ama bu durum beni rahatsız etmiyor değil. Zira yerinde saymasını istediğim yaş değil, yaşananlar. Turuncu kahramanlığımı bile yeri geldiğinde çöp kenarına bırakıyorum. Bu durumdan mağdur olan bir tek ben olmuyorum. Sadece ben olsam, inan önemli değil. Ama bencillik bana her zaman emanet durmuştur. Ya da ben öyle zannediyorum. Sonuç olarak zaman durmalı, turuncu bulutlar renkten renge koşmamalı. Yoruluyoruz yoksa.

Özlemek yalnızca geçmişte yaşananlara has bir his değil, bunu neden anlatamıyorum? Hala içinde olduğum durumu dahi özleyebilme imkanım var benim. Sanırım kaybetme korkusu da buna yandaşlık ediyor. Aksi halde herkesin haklı olduğunu, kendimin ise haksız olduğunu kabullenebilirdim. Ama öyle değil işte. Geçtiğim yolları henüz geçerken özlemeye başlarım, bir daha geçemeyeceğim korkusuyla.

Aldığım nefes yeterli, fazlasında gözüm yok. Bilmediğim bir şehirde yürümek gibi bir hayalim de yok. Sokaklarda çıplak ayak gezerken yağmur da yağsın gibi bir derdim hiç yok. Anlıyor musun, gerçekçiliğimde artık sınır yok. Artık verecek tavizim, toparlamaya gücüm yok. Benim halim vaktim belli, yabancılarda gözüm yok. 

Her neyse, anlatacak pek bir şeyim yok aslında. İyi hayatlar.

22 Mart 2020 Pazar

~bensen(o)

O, büyüyordu. Sallanan tahta köprüyü çoğu zaman tek başına geçiyor ve bir gün kaygısız adımlarının taşa takılıp yuvarlanacağını bilmiyordu. O zaman gelene kadar ise ona öğretilmiş, programlanmış bir mücadelenin içinden çıktığını anlamayacaktı. Önemli değildi aslında. Sonuçta herkes aynı olmakla meşgulken, o neden farklı olmayı seçecekti ki?

O, salıncakta sallanan küçük bir çocuğun kalbine sahipti şansına. Hiç biri.nden ve aslında kimse.den nefret edemeyecek kadar güzel kalbinin zamanı geldiğinde yosun bağlayacağını bilmeden yürürdü yolun ortasından. Hem kimse de uyarmamıştı zaten. Uyarsalar bile ne fark eder? Yine temiz düşüncelerini alıp bavuluna, bildiğini okuyacaktı sonuçta. Farkında olmadan sevecek, farkında olmadan üzülecek ve yine hiç fark etmediği biri tarafından sevilecekti. Kendini, ona bakanların gördüğü gibi görene dek yalnızca aynada görecek, kendini bile fark etmeyecekti. Sonra her seferinde tarih tekerrür edecek, usulca büyüyecekti. Aslında hiçbir şeyin kontrolünde olmadığını öğrendiğindeyse, kendini kimse.nin fark edemeyeceği bir sahil kenarına sürüklenmiş kum tanelerinden biri gibi hissedecekti. Hiçbir yeri mesken edememiş, dayanamayacağı vaziyette virane olmuş, şimdi nerelere gideyim diye düşünürken celladının geldiğini dahi görememişti.

O, bir kuşun masumiyetine yakışır şekilde yaşamıştı oysa. Hiçbir mazerete dayandırmadan yaşadıklarını, bilakis, kaçmadan kabullenmişti olduğu gibi. Sonsuz mutluluk diye bir şeyin olmayacağını biliyordu belki sadece, lakin yine de istemişti onu. Muhtemelen tek tezatlığı da buydu. Kırılgandı gözleri, bir damla suyu akıtacak bahanesi hiç bitmezdi. Burnunun ucu sızlardı da ses etmezdi sırf aldığı nefese hakaret olmasın diye.

O, tıpkı herkes gibi öldü. Kokusu da yanında gömüldü.

10 Mart 2020 Salı

~hatırısayılırbirgeçmişimvar

. ..

Havasından mıdır, suyundan mıdır bilinmez; gözlüklerini takmazsam şayet, güneşin yakıp kavuracağını düşündüğüm bi' kalbe sahibim. Öyle tepesinden su dökmekle de dinmeyecek bi' ateş tutarsa eğer, yakarız el birliğiyle o müzeyyen hayatı.

Çünkü korkarak yaşamaya gelmedim dünyaya. Elimdeki poşette de "kim ne der", "ama bak bu doğru değil" vb. toplum dayatmaları mevcut değil. İçinde sadece kendi doğrularım var ve muhtemelen birkaç mutfak alışverişi yapmışımdır. Kısacası, tamamıyla gerçekliğimi sunuyorum herkese, hepinize. Zor bir adam olabilirim çoğu zaman ama asla anlaşılması güç bir kişiliğe bürünüp olmadığım biriymişim gibi davranmıyorum. Tamam, açık bir kitap olduğumu da iddia edemem ama en net ipuçlarını sunarak alıyorum herkesi hayatıma. O halde korkacak ne var ki zaten? Ne şekilde olduğunu önemsemeden yanımda olmaktan korkacak ne var mesela? Yaşamaktan korkmuyorum, aksine keyif aldığım ve çoğu zaman alaycı olduğum da doğrudur. Bu beni vurdumduymaz değil, sadece eğlenceli yapıyor azizim. Ah evet! Yıllar beni eğlenceli bir insan haline getirdi nihayet. Geçmiş yazılarımın çoğunda hissettiğiniz o buhranlarımı attım üzerimden ve duygusuz bir piç oldum. Şaka şaka, hala bi' sürü güzel duygularım var. Sadece biraz büyüdüm. 

Madem küresel ısınmaya rağmen hatırladık baharın ne kadar güzel koktuğunu, madem buruşacak vücudumuzun zamanlarına daha da bir yaklaştık ve buna rağmen meydan okuduk duygulara; o halde bir fincan kahvenin hatırı ise muhabbet, iki duble rakının da hakkıdır sevişmek.

5 Mayıs 2014 Pazartesi

~hislerinianlıyorumamayazınıniçindesaklıbiryanlışınvaryazısıdırbu.



. .."merhaba" diyerek giriş yapmak istiyorum bloguma. sonra devamını getirmek istemiyorum. yazasım var ile yok arasında gidip geliyorum sürekli. aslında yazasım var ama mürekkebim sınırlı. kuru bir merhaba gibi görünebilir. hatta "bu adam sadece merhaba yazıp çıkmak için mi blog yazmış" da denebilir. içinde bir sürü anlam gizli aslında. mesela mı?

mesela;-
merhaba blog, iki-üç kelâm edip saklandığım sandığıma döneceğim. içinde mektupların, oyuncakların, şişirilmeyi bekleyen balonların ve yer yer yağmurlu kara bulutlarımın içine gömülü olduğu o sandık. saklayıp turşusunu kurduğum ve sonrasında unuttuğum niceleri vardı içinde. hepsini hatırladığımı sandığım..
sonra çayıma attığım iki küp şekeri karıştırırken bardağa bilerek vurduğum çay kaşığım var.. bil ki, sinirliyim o zamanlar.
huzur ve hüznü birarada bulundurduğum saçma bir playlistim var mesela. dinleyen insanların kulağının pasını silecek türden çoğu. dinliyorlar, hoşlarına gidiyor ve "güzelmiş" diyorlar. yaşadığım hayal kırıklığını tahmin bile edemezsin. hoş, bir şehri bombalar gibi playlist oluşturursan beğenmezler tabi. yine de güzelden daha iyiler. pamuk şeker gibi değiller belki ama kahvenin turuncuya çalan tonundalar. bildin mi?
balkonda oturup çocukların hala yakar top oynadığını gördüğümdeki gibi, annemin tüp çikolata alıp geldiği zamanlardaki gibi, akşam ezanından sonraki yalnızlığımı bahçenin duvarına uzanıp yıldızları seyrederek geçirmek gibi, herkes mahalle maçına gittiğinde ayağımdaki topu duvara saatlerce vurup o pencerenin önünde beklemek gibi, okuduğum bir kitabın sevdiğim cümlelerinin altını çizmek gibi hissettiğim o heyecan. çocuk kalbimi kağıttan uçağın üstüne bindirmiş de, uçurmuş gibiyim şimdilerde mesela. hissettin mi?

benim böyle merhabalarım var blog. ama şuan bunları anlatmaya gelmedim buraya.. çünkü şuan çayıma attığım iki küp şekeri karıştırdığım kaşığımdan çıkan sesle, bir boğanın kırmızıyı gördüğünde çıkardığı sesten daha yüksek bir desibele çıkıyorum. çünkü şuan ne huzurlu bir şarkıyla kulağının pasını silmeye, ne de bahçe duvarına uzanıp yıldızları saymaya gelmedim. buruşturup attığım bir sayfanın değerinde bu yazacaklarım. çünkü yazdıktan sonra bunların hiçbirini hatırlamayacağım..

. ."insanoğlundan her şeyi beklerim" dedin kendinden emin. haklı olduğunu bildiğim ama buna inanmak istemediğim insanlar var hayatımda. mesela hayatımın hiçbir yerine sokmadığım, varlığından hiç haz duymadığım, kusurlu bir metin okurken hissettiğim o iğrenç duygu gibidir yalan. o yüzden bunu beklemem hayatımdaki insanlardan. güven ve inançla ilgili bir yazı okumuştum çok sevdiğim o kitapta. o gün hayatım değişti tümden. zaten hayatıma soktuğum insanlarda önem verdiğim ilk özellikti yalan. söylemeyeceğinden emin olduğum insanları soktum. güvenmek istediğim için güvendim, inanmak istediğim için inandım hayatımdakilere. böylece hiçbir zaman kırılmayacak duvarlar inşa etmiş oldum. söylediklerine inancım, kendilerine güvenim tamdı. ufak tefek çizikler oluştuğunda duvarda, "hayır! yalan yok, gizli saklı hiçbir şey yok." diyerek huzurla yürümeye devam etmek gibisi yoktur hayatta.

. .uyurken çorap giymeyi sevmiyorum. kumlara çıplak ayak basmak neyse, yatağa çıplak ayak girmek de o benim için. uyandığımda çoraplarımı giymem gerektiğini hatırlatmana ise bayılıyorum. "ayağında çorap var mı?" sorusunun ne kadar özel olduğunu ikimizden daha iyi kimse bilemez muhtemelen. bilmelerine de gerek yok zaten.

. .yakındığın şeyler var ve bunlarda çoğu zaman haklısın. en basitinden birkaç cümleye ihtiyacın oluyor, bazen veremiyorum. ama o zamanlarda benim iki kelimeyi neden biraraya getiremediğimi sorgulamıyorsun mesela. evet, ben yazarım. sana dair kelimelerim de, mürekkebim de bitecek değil ya.. bi' sürü şey yazdım, yine yazarım. ama kendime tükendiğim zamanlarım var benim. yazamıyorsam suçlusu sen değilsin. ama açacağım sensin. bira şişesinin kapağını açmak kadar kolay olmayabilirim. lâkin anahtarı kurbağa yutmuş, çilingir tahtalı köyü boylamış, paspasın altında yedek anahtarı olmayan bir çelik kapı kadar da zor değilim. hiçbir şeyi yüzüne ya da kafana vurduğum yok ama en az senin kadar mesafeleri kapatmak için uğraşıyorum. seni doyumsuz biri olarak asla görmedim, görmem. ve sana "al bak, bunları veriyorum. bunlarla yetin" diyecek kadar vurdumduymaz da değilim. sevdiğim kadınsın vesselam, avucumu açtığımda dünyaları hissettirmeliyim. her daim hissettiremiyorsam şayet, vardır bi' sebebi..

. .yapma.. kızgınlığın ve kırgınlığınla savaşıyorsun, biliyorum; ama o huysuz ve çirkin silahını bana doğrultma. yanlış bir şey yapmazsın, biliyorum; ama sen yine de benden bir şey saklama. çünkü ihtiyacın olan her koku, her tat bende mevcut kadın. onu almasını bil, inan zor değildir. ben sana zaten dünden vermeye razıyım.

. .hırsla yudumladığım çayımı bitirdim. çayı benim kadar sevmediğini biliyorum. peki sen benim neden bu kadar sevdiğimi biliyor musun?.

11 Mart 2014 Salı

'size yalan söylediğim için üzgünüm; masallar da dahil, hiçbir şey turuncu değildir.



. ..kendimle tanışalı çok zaman olmadı. sıcak bir ağustos gününde, insanlar güneşin ve denizin keyfini çıkarırken, ben kendimi tanımakla meşguldüm. evet, o insanlardan daha çok keyif aldığımı söyleyebilirim.. zira insanın kendini 22 sene sonra tanıması kolay değildir. hayatın insana sunabilecekleri sınırlıdır ve bu yüzden her fırsattan yararlanmak gerekir. nitekim öyle yaptım. hiç birinizin hayatının kolay olmadığı gibi, benimki de kolay değildi. soracak olursanız, hala değil. olabileceğini düşünüyorsanız, yanılıyorsunuz demeyeceğim. pollyanna değilim ama en az onunkadar iyimserim hayata karşı. sanırım en büyük zaaflarımdan biri bu.

. .harika bir geçmişe sahip değilim, geleceğimden beklentilerim de az. zira istediğim şeyler de az ama öz olurmuş, öncelikle bunu anladım.. insanları hep beni sevebileceklerine inandırıyorum, nitekim seviyorlar da.. ama hiçbir zaman vazgeçilmez olmadım. sandığım zamanlar oldu. lâkin sonunda hep o anların acı gerçekleriyle yüzleştim. insanları oldukları gibi sevmek, onları oldukları gibi kabullenmek zor değildi adıma. yine de benim için değişenler oldu, nitekim ben de değiştim. bundan şikayetçi değilim. herkesi kendim gibi de sanmıyorum elbette ve uğrunda değişilebilecek insan sayısı bir elin 5 parmağını bırakın, 2 parmağını dahi geçmez. fakat bazıları öyle çok güven verir ki; inandırırlar, inanırsın. sanırım en büyük zaaflarımdan biri de bu..

. .kendimle tanışmadan öncesinde yazar olmak isteyen bi' adamdım. kaç yaşına gelirsem geleyim, ne iş yaparsam yapayım, harika bir kitap yazıp insanların bunu okumasına sebep olacaktım. dünyanın rengi turuncuydu ve bana göre aksini iddia eden herkes yanlış biliyordu. hatta ben turuncu bulutların üzerinden sekerek giden, turuncu bir kahramandım. kimse inanmıyordu, ben diretiyordum. tam artık turuncu masallarımdan çıkmak üzereyken:-

'biri inandı.
.bu iki masal kahramanı birbirine o kadar çok benziyor ve o kadar iyi anlaşıyorlardı ki; asla ayrılmayacaklarını düşünüyordu herkes, kendileri bile..
ama masallardaki gibi mutlu mesut yaşamadılar.
biri ateşe düştü, diğeri baloncuk olup uçtu.

.işte tam burada uyandım. dünyanın rengi turuncu değildi, o dünya yerinde dahi değildi. ben de o dünyanın turuncu bulutları üstünde seke seke giden turuncu kahramanı değildim. tek fark ettiğim şey; yazabildiğim zamanlar, mutsuz olduğum zamanlarla eş anlam taşıyordu. zira mutluyken yazmak istemiyor, bundan zevk almıyordum. mutluyken, yazabildiklerimi ya da yazabileceklerimi yaşamak çok daha tatlı geliyordu. bu yüzdense, artık tekrardan yazabilirim. ancak ne bir yazar olmak istiyorum, ne de harika bir kitap yazıp insanların bunu okumasına sebep olmak. hatta bir dilek hakkım olsa; bir şeyler yazdıktan hemen sonra, yazılarımın kendi kendini imhâ etmesini dilerdim. çünkü hiçkimse yazdıklarımın ya da yazabileceklerimin kahramanları olmak istemez. sanırım en büyük zaaflarımdan bir diğeri de, turuncunun harikalar yaratabileceğine inanmaktı. ama bu zaafımdan kurtuldum, şuan turuncudan nefret ediyorum.

. .çünkü ben, kendimle tanıştığım o fazlasıyla sıcak 18 ağustos gününde:-

"Çok daha sıkıntılı zamanlar olacakBirlikteyken her şey yolunda gitmeyebilir. Hayatın kontrol edemediğimiz kısımları olmadık şeylere burnunu sokabilir. Ama sokakta dahi yatıyor olsam, ilk görmek istediğim insan sen olacaksın. Bundan eminim. Karnımın doyduğunu ancak senin de doyduğunu bildiğim zaman hissedebilirim. Yatakta dönüp durduğun geceler mışıl mışıl uyuyan biri olmayacak yanında. Saatin gecenin kaçı olduğu ya da sabah kaçta kalkacağım saçma birer ayrıntı olacak.

Kalkıp, sana sıkıca sarılıp, seni dinleyip, saçlarını okşarken seni uyutacak biri olacak. Senin ihtiyaç duyduğun hemen her şeyi karşılayabilmeyi umuyorum. Yerini tutamayacağım şeyler elbette olacaktır. Ama bu, günün sonunda benimle uyuyacağın gerçeğini değiştirmeyecek."

ve benzeri müthiş söylemleri olan bir kadına teslim olmuştum..

3 Ocak 2014 Cuma

'sen yoksan, bu masallar niye?.


Yirmi dört sene.. Sanırım yeniden bu kadar zamanı, bu dünyada geçirmek ister misin deseler; "seçeneklerimiz bu kadar mı?" diye sorardım. Hiçbir dünün, yarınınla aynı olmuyor bi' kere. Hatta yanından bile geçmiyor belki. Çocukken her şey daha kolay filan da değildi hem. Benim için zordu mesela. Ders çalışmaktan nefret ederdim ama notlarım hep en iyi olmak zorundaydı. Oyuncak arabalardan nefret ederdim ama 3 saat boyunca tek bir arabayı deli gibi sürerdim, yapacak daha iyi bi' şeyim yoktu. Çok sinirli ve sürekli bağırıyor diye babamdan nefret ettim bi' süre. Tam 11 sene düzelmesini beklemiş ve tam düzelecekken belki de, bu sefer onu kaybettim. Annem desen, "Her yere koşuşturup saçını süpürge eden kadın" derim.. Bi' futbolu iyi oynardım, onu da devam ettiremedim. Herkesin benden doktor, avukat vb. mesleklerde olacakmışım gibi beklentileri olmasını hayranlıkla izlerdim. Notlarım aldatmamalıydı kimseyi, ben o kadar zora gelmeyi beceremezdim. Yine de herkesle ve her şeyle at gibi yarışırdım. Koyarlardı beni hipodroma, sür annem sür.. Eğlenceli değildiler vesselam, hiç çatlayarak gülmedim.

Duygusallığımı erken yaşlarımda fark ettim. Saçmasapan bi' sürü şiir yazardım. Hala onları bi' yerde saklıyorum galiba, umarım ortaya çıkmazlar. Sırf bu duygusallık yüzünden kırılmadığım tek bir konu bile yoktu. İşin içine kızlar girmeye başladığında, "tamam sıçtığımızın resmidir." dedim. İlk ilişkimde lisedeydim galiba. Beş kez aldatıldığımı bilmeme rağmen her geri dönüşünde kabul ederdim. O kadar gözüm kara sevmeye meraklıymışım, ya da sanki dünyada tek o kız vardı.. Ama onun sayesinde epey şey öğrenmiştim. Mesela şiirlerim artık daha bir duygusal oluyordu. "Ne yapılmalı, ne yapılmamalı, nelerden hoşlanmazlar" tek tek öğrendim. Karşı cinsle ilk defa tanışıyormuş gibi her şeyi not aldım. Sonra birisi çıktı karşıma, kilometrelerce uzaktan.. Sadece bir fotoğrafına tav olmayı becerdim. Şehri şehrim, yolları yollarım oldu zamanla.. O kadar heyecanlanabileceğimi hiç düşünmezdim mesela. Tamam küçüğüm ama, böyle mi oluyordu bütün ilişkiler? Bir bankta oturmuş, ilk öpücüğünden sonra "Bu aşk mı?" diye sordu. Kalbim yerinden fırlayacak, sesim titrek bi' vaziyette "Evet, bu aşk." diyebildim. Ne anlarım ben aşktan? 17 yaşındayım, en sevdiği sayı. Sadece o an evet diyesim gelmiş.. Yine de hayatımın o dakikadan sonra değişeceğini asla düşünmemiştim. Bir kadın düşünün ki; soluduğu her saniyede özgür olmayı düşleyen ve olamadıkça kafayı yeme durumuna gelen.. 2.5 senenizi onunla geçirirseniz size ne olacağını tahmin ettiniz mi? Ben de edememiştim.. Yine de pişman değilim hiçbir şey için. Bilakis, minnettarım birçok konuda. Hayatı ondan ve onunlayken geçirdiğim zamandan öğrendim. Lise 1'de tuttuğum "Kadınlar" başlıklı notları yırtıp attım, büyüdükçe o kadar basit olmadığını öğrendim zira. Hoş, o zamanlar basit gelmiyordu. Ondan sonra epey kırılgan dönemlerim başladı. Kalemim kuvvetlendi, ben güçsüzleştim. Yazdığım her satırda ona dair bir şeyler vardı, oysa ben başka bir şey anlatıyordum. Şarkılar vardı, dünyada eşi benzeri olmayan.. Bazı şarkılar ona çok benzerdi. Sonrasında kimseyi o kadar sevemedim. Ta ki benim en sevdiğim sayı olan 22 yaşıma gelene kadar..



Her şey muazzam derecede birbirine benzeyip, bi' o kadar da zıttı. Tam aradığım kişi olduğuna karar verdim. Hayatımda ilk defa bi' kararımdan bu kadar emindim. Başlarda olacak yan göremiyordum, beni istememekte ısrarcıydı. Ama bi' o kadar da istediğini fark ettiğimde, elinden tuttum. Kaderim gözümde ilk defa bu kadar netti. Masallara inanmayı yeniden onda öğrendim. Cümleleriyle, şarkılarıyla, tavırlarıyla, her şeyiyle o kadar etkileyici bi' kadın tanımamıştım. İlk görüşmemizde hem çok sıcak, hem de bi' o kadar soğuktu. Soğukluğu kendince kendisini korumasıydı, bu çok fark ediliyordu. Ama o sıcak yönünü istemeyerek ortaya çıkarışı, utangaçlığını gizleyemeyişi, baştan alıcı yönleriydi. Yanımda hep bir kaplan, hem de bi' kedi yavrusu gibiydi. Onunla geçirdiğim tek bir saniyeyi bile unutmam mümkün değil. Bir buçuk sene geçti zira, hiçbir şeyi unutmadım. Evlenmeyi bu kadar çok istediğim tek bir an hatırlamıyorum. Bu sene okulu bitiyor, ben de derslerime yoğunlaşmış durumdayım. Şunun şurasında kavuşmamıza 9 ay kalmışken ara vermeye karar verdi. Karşı koymaya çalıştım, olmadı. Ara vermemizin sebebi; "Beni çok özlüyor olması". Özlüyoruz, uzaklığımız var. Bunu en başından beri bilerek birlikte olduk zaten. Ama eskisi kadar mutlu olmadığını söyledi. Ne diyebilir ki insan bu noktada? Toparlanmaya ihtiyacı varmış. İnsan çok sevdiği birisine karşı bu noktada aciz kalıyor. Zira seninle mutlu olmayan birisine, benimle olmak zorundasın diyemiyorsun. Çelişkiyse bu noktada; insan çok sevdiğini mutsuzluğuyla dahi istiyor. Bana gelirsek, ben o kadar sevmiyor muyum? Ya da onun kadar özlemiyor muyum? Tam tersi, hepsini epey yoğun yaşamaktayım. Yine de saçmasapan tartışmalardan dolayı asla yıpranıp mutsuz olmadım. Bu kadar basit değildi zira sevdiğine karşı güçsüz olmak. Onu düşünmeden geçirdiğim tek bir an yokken, şimdi bi' de o 9 ayı boş boş düşünerek geçirmek zorunda bırakıldım. Yorulmak, sevginin yetersizliğinden bahsetmek, mutsuzluk.. hiçbir şey değil de, bunlar çok koyuyor insana. Ah bir de üstüne "alışırsın" kısmı var ki tadından yenmez. Sanki 2-3 günlük bir ilişkiden çıkıyormuş gibi birlikte olmadan geçireceğimiz zamana alışmak.. Bazen hayal kırıklıkları sadece terk edildiğinde ortaya çıkmaz, asla beklemediğin birisinin birlikteyken verdiği tek başına kararlar da hayal kırıklığına yol açabiliyor. Zira bir buçuk senede harcanan bi' emek varken üstüne mutsuzum denmesi gerçekten can sıkıcı olabiliyor. Yanında olmayı onun kadar istediğin halde kendinden mahrum bırakılması, sevginin bu noktada yetersiz kalması yeterince can sıkıcı olabiliyor hem de.. Ama seviyorsun ya; inanmak ve beklemek yapabileceğin en güzel şey oluyor o noktada. Zira "başka çözüm yolu var mı?" diye sorduğunda, "iyi gelirim sana, daha çok uğraşırım" diyebiliyorsun yalnızca. Bu da çaresizce çırpınmaktan başka bir şey değil. Komik duruma düşüyorsun daha çok.

Sayın 9 ay.. sonunda dünyaya gelen en güzel ve en masum varlığın habercisi. Senden nefret ediyorum..

30 Eylül 2013 Pazartesi

'turuncu kaplı defter. -1-



. ..zamanın benden çalmaya çalıştığı en önemli şeydi özgürlüğüm. nitekim ben de zamanında başkasının özgürlüğüne kastetmiştim..

bir oyun oynamak istedi rüyamdaki yeşil gözlü adam. yaşlıcaydı ve yüzünü, buruşuklukları ile ak sakalları gizliyordu. tel tel gri ve uzun saçları vardı. bana bir kadın getirdi ve "bu kadına aşık olmazsan oyunu kazanacak ve özgür olacaksın. şimdi uyanacaksın ve oyun başlayacak" dedi.
'uyandım.
yatağımda rüyanın ve uykunun sersemliğini atmak için birkaç dakika durdum. penceremden içeri giren güneş gözlerimi taciz edercesine rahatsız ediyordu. kalkıp kendime bir kahve yapmak için mutfağa yöneldim. mutfaktan içeri girecekken kafamı kaldırıp baktığımda, karşımda üstünde sadece benim gömleğim olan ve bana kahve hazırlayan bir kadın vardı. kafasını bana doğru çevirdi ve gülümsedi. sonra kahveme üç kaşık şeker atıp karıştırdı ve bana doğru yöneldi. bardağı iki elimin arasına sıkıştırıp ayak parmaklarının ucuna çıktı ve yavaşça dudağıma bir öpücük kondurdu. mutfaktan çıktı ve evi çok iyi tanıyormuşçasına hızlıca evin içinde dolaşmaya başladı. olduğum yerde kaldım, kıpırdamıyordum. sonra kahvemden bir yudum alıp masanın üstüne bıraktım. sağ kolumu koparırcasına sıktım lâkin bu bir rüya değildi. masanın üstüne bıraktığım kahvemi aldım ve mutfaktan çıkıp kadının yanına doğru yöneldim. evimde mutfaktan çıkınca ufak bir koridor vardır. koridorun bitiminde çalışma odam, solunda salonum ve sağında da yatak odam vardır. mutfaktan çıktığımda şuanki bulunduğum evde bunların hiçbirisinin olmadığını fark ettim. uzunca bir koridor sonunda büyük bir oda vardı. içeri girdiğimde sol tarafta harika bir kitaplık gördüm. büyüklüğü göz kamaştırıcıydı ve kitaplığın dizaynı da hoşuma gitmişti. yüzlerce kitap vardı belki de.. hayranlıkla izlerken hemen odanın köşesindeki beyaz deriden koltuğun üzerine uzanmış olan kadın "en alt ve en solda turuncu kaplı bir defter var, onu alıp otuzsekizinci sayfayı okur musun bana?" dedi. hiçbir şey demeden defteri aldım ilk sayfasını açtım; 'bugün seni uyandırmadan önce başına dikilip bir masal anlatmamı istemiştin, sana en güzel masalını yazdım' yazıyordu güzel bir el yazısıyla.. sayfaları çevirirken her sayfa altının numaralandırıldığını fark ettim. hemen otuzsekizinci sayfayı açtım ve hafif sesli okumaya başladım:-

'düşlerine girmek istediğim adam
hiç yıkılmasın diye çabaladığım o ağaçtan evimize baltalar vuruyorlar şimdi.
ama biliyorum ki tutunacağız birbirimize
ve yıksalar da ağaç evimizi, biz yıkıntıların altından el ele çıkacağız dışarı.'

beynimden vurulmuşa döndüm. gözlerim anlamsızca daldı kitabın sayfasına ve bi' an düşünmeyi bıraktım.. bir kadın, bu denli çekici ve zeki olamazdı gözümde. aşık olma yetimi kaybettiğim zamanlar epey ufak olduğumu hatırlıyorum, sonrasında kadınlar benim için cinsel bi' objeden başka bir şey olmamıştı.. ilk defa bir kadının beni bu kadar iyi tanıdığını düşünmeye başlamışken, onun köşedeki beyaz deri koltuğun üzerinde uzandığı aklıma geldi. kafamı çevirdim ve birkaç soru yönlendirecekken koltuğun üzerinde köpeğimin yattığını fark ettim. şaşkınlık içindeydim ve hiçbir şey anlamıyordum. her şeye anlam yüklemekten keyif alan ve anlam yükleyemediğim her şeyden nefret edip kaçan ben, şuan sadece merak içinde çıldırıyordum. n'olduğunu anlamak istiyordum, neler olup bittiğini düşünmekten kendimi alamıyordum..

defteri yanıma aldım ve kendimi evden dışarı attım. gitmekten keyif aldığım bir cafe vardı sokağın köşesinde. içeri girip lattemi yudumlarken bu turuncu defteri sonuna kadar okuyup bitirmek istiyordum. etrafımda insanların olması, delirmiş gibi hissetmemden alıyordu kendimi. bu yüzden kalabalığın yoğunlaştığı masaların ortasındaki boş masaya diktim gözümü. defteri okumaya başladım ve birkaç dakika sonrasında daha siparişimi bile vermemişken önüme latte getirdi bir bayan çalışan. fincanın ile tabağın arasındakinin peçete olmadığını anlamam çok sürmedi. bir kağıt vardı ve içini açtığımda sadece 17 yazıyordu. arkamı dönüp kadına seslenecekken, içeride sadece erkek garsonların olduğunu gördüm. tekrar önüme dönüp gözümü masaya diktim ve masa numaramın 17 olduğunu fark ettim. kendi kendime gülümsedim saçmaladığım için. bir gün içinde daha ne kadar anormallikle karşılaşabilirdim ki zaten.
'sayfalarca ilerledim.
bir sürü garip ve anlamsız hikâyeler ve hepsinde hoş bir gizem vardı -17. sayfaya kadar-.

'iliklerime kadar aşkınla ıslandığım adam
sadece, hayatında içtiğin sütlü kahve kadar bile bir değerim olsun diye uğraştım hep
evine yakın olmana rağmen, yağmur yağdığında dahi sığındığın o sevimli mekânda tanıştık
masalındaki en sevdiğin satır, çorbandaki en lezzetli mantar parçacığı olmak istedim
ve dudaklarımdan süzülen öpücüğün en kıymetli adresiydi kristal kirpiklerin.'

Dipnot: Bu hikâyenin gerçeklikle uzaktan yakından alâkası olabilir. Bu yüzden, emeğe ve yaşananlara saygı duyulması gerektiğini asla unutmayalım. Eskiden yaptığım gibi, bu hikâyeyi de seri hâlinde yazacağım. Umarım, kendimden beklentimi karşılayabilirim. Saygılar :)

Fotoğraf Alıntıdır.